Maalouf'un Semerkant'ı, bir süre önce merak sardığım Maalouf kitaplarından ikincisi (Birincisi Yüzüncü Ad'dı ve inanılmazdı.)
İran'lı Ömer Hayyam'ın yaşadığı dönem olan 11. yy’da yazdığı ve tarihe armağan ettiği Rubaiyat'ın ve kendi hayat öyküsünün anlatıldığı bir roman. Bir kitapta aslında birbirleri ile bağlantılı iki öykü var. Önce Rubaiyatın oluşması anlatılıyor sonrada yıllar sonra bu yazmaya ulaşmaya çalışan bir Ömer Hayyam hayranının hikayesi. Kitabın sonunda bu yazma Titanic'le birlikte derin sulara ve tarihe gömülüyor.
Sonu bence pek iyi bitmemesine rağmen tarihi, tarih derslerindeki gibi değilde yaşanmış hikayelerle birlikte dinlemeye, okumaya bayılan ben bu kitabıda heves ve heyecanla bitirdim :)
Hatırladığım kadarı ile birinciden de bahsedeyim yeri gelmişken (ki bana göre birinci olan aslında bu yazarın son romanı :)
İçinde Tanrı'nın yüzüncü adının yazılı olduğu söylenen gizemli kitabın peşine düşen Baldassare Embiaco'nun 1666 da geçen hikayesi. Bu kitabın peşine düşüpte aşkı bulan ve kendini tanıyan Baldassare'nin, antikacının öyküsü...
Kurgusu ve sürükleyici konusuyla benim için gerçekten süper bir kitaptı.
Tabi bu kitaplarda beni en çok etkileyen şey öykülerin çoğunun doğu'ya ait olmaları ve bir kısım da olsa Osmanlı topraklarından geçiyor olması...
Ve üçüncü kitap (henüz okuyorum) buda diğerleri kadar sürükleyici. "Doğunun Limanları" öğrendiğim kadarı ile kelime anlamı olarak "Doğunun Merdivenleri" olup, bazı Akdeniz limanlarına Fransızların taktığı admış.
Kitabı özetlemek çok uzun sürecek, kısaca olay 1976'de bir metroda başlar. yazar metroda hayran kaldığı bir tabloyu seyrederken bir adama takılır ve onu takip etmeye başlar, bir şekilde karşılaşırlar ve arkadaş olurlar. Adamın enteresan bir amacı vardır Paris'te direnişçilerin adını taşıyan 39 cadde veya sokağı gezmektir ve Paris'te sadece 4 gün kalacaktır....
Yazar bu adamdan kendi hayat hikâyesini anlatmasını ister. Yabancı adam sanki böyle birşey beklermişçesine bunu memnuniyetle karşılar ve anlatırken sözünün kesilmemesini önemle yazara rica eder.
.............................
Uzun hikayede altı çizilecek önemli bir kaç cümle var; intihar etmeye kalkışan İsyan'a arkadaşının söyledikleri beni çok etkiledi;
"Ölüme son çare olarak bakmalısın. Hiç kimsenin seni alıkoyamayacağını bil. Ama ölüme gidebileceğin için onu yedekte tut; sonuna kadar.
Diyelim ki gece bir kâbus gördün. Bunun bir kâbus olduğunu bilirsin ve kurtulmak için başını biraz oynatman yeter. Her şey daha basit, daha dayanılır hâle gelir ve bir bakarsın en korktuğun şeyden zevk alır olmuşsun. Hayat seni korkutuyorsa, içini yakıyorsa, en yakınların çirkin maskeler takmışsa...
Hayat budur de, ikinci kez çağrılacağın bir oyun olduğunu söyle. Zevk verici ve acı çektirici bir oyun, inanç ve aldatmaca oyunu, maskeler oyunu. Onu sonuna kadar oyna, ister oyuncu olarak, ister izleyici olarak. İzleyici olman daha iyi, içinden kolay çıkarsın. "Son Kurtuluş Çaresi" yaşamama hep yardımcı olmuştur. Elimin altında olduğu için, bu çareye hiç başvurmadım.
Ama ahretin direksiyonu elimin altında olmasaydı, kendimi tuzağa düşmüş hisseder ve bir an önce kaçmaya bakardım."
Ne güzel anlatmış ölüm/hayat arasındaki o ince çizgiyi. İstersen çizginin hemen öbür tarafına geçebilirsin. Yada istemedende geçirilebilirsin....
Bunu insan hep aklının bir köşesinde tutmalı gerçekten. Ve kahramanın adı da enteresan. İsyan!!!
GY
Hello world!
3 yıl önce
0 yorum:
Yorum Gönder