30 Ağustos 2012

KIYIKÖY

Kıyıköy Kırklareli'ne bağlı bu küçük kıyı kasabası Kastro'ya göre biraz daha bakımsızdı. ama burasıda el değmemiş müthiş bir tabiat harikası hem denizi hemde ormanları ile. Yemek yemek için çok güzel balık lokantaları var bunlardan biri de bizim denemek için girdiğimiz Son Tango lokantası, küçük bir aile işletmesi  samimi insanların işlettiği böyle yerlerde yemek yemek ayrı bir keyif, fiyatlarda gayet makul. 
burasıda güzel işletilse ve bakım yapılsa, sahil elsen geçse, kabinler güzel tuvaletler olsa, şezlonglar koyulsa.... gerçekten de kaçamak yapmak için güzel bir yer. mutlaka gidilip görülmesi gereken yerler , tabi çok fazla şey beklememek lazım.





















KASTRO _ KIRKLARELİ

Sağlı sollu ağaçların arasında sakin ve huzurlu bir yolculuk yaparak ulaştık İstanbul'a 2 saat uzaklıktaki KASTRO'ya. El değmemiş doğal güzelliği ile sakin bir yer ve İstanbul'a bu kadar yakın olması hem serin havalarda hemde yazın küçük kaçamaklar yapmak için bir alternatif. denizin bittiği yerde ormanların başladığı bu yerde enerji ile dolduğunuzu hissediyorsunuz.
sahilin o incecik ve bembeyaz kumu, denizin temizliği ve güzelliği, ormanların alabildiğine yeşilliği buranın İstanbul'a bu kadar yakın olmasına rağmen nasıl bu kadar sakin kalabildiği konusunda düşündürüyor insanı. mutlaka görülmesi gereken bir yer. ortamda bir iki yeme içme yeri var ama çok fazla tesis yok ve konaklama için ise hiç bir yer yok.
düzgün işletilse inanın denizi ile denize hemen oracıkta kavuşan nehiri ile  ormanları ile Karadenizin o hırçın dalga sesleri ile Ege ve Akdeniz plajlarından daha da güzel ve bakir bir yer.











22 Ağustos 2012

Lev Tolstoy'dan mutlu ve başarılı olmak için “10 altın kural”

Biyografisini yazan Henri Troyat anlatıyor; Savaş ve Barış ve Anna Karenina gibi dev romanların yaratıcısı Lev Tolstoy henüz 18 yaşındayken mutlu ve başarılı olmak için kendine “10 altın kural” belirlemiş ve hayatının bundan sonrasını bu kurallara eksiksiz uymaya çalışarak geçirmiş. 
√ Erken kalk, mesela sabah saat 5′te.
√ Erken yat, mesela akşam 9′da.
√ Az ye, tatlı ve şekerlemelerden uzak dur.
√ Evinin işlerini elinden geldiğince kendin yap, başkalarına yaptırma.
√ Amaçlarını parçala ve böl. Mesela bir genel hayat amacın olsun. Ama bunun yetmeyeceğini bil ve hayatta başarmak istediklerine dair ayrı ayrı küçük hedefler de edin. Bir sonraki yılın, bir sonraki ayın, bir sonraki haftanın ve bir sonraki günün hedeflerini hep ayrı ayrı, net bir şekilde belirle. Abart, bir sonraki saatin, bir sonraki dakikanın hedeflerini bile düşün. Kulağına küpe olsun: Büyük bir hedefe ulaşmak için küçük bir hedeften feragat edebilirsin.
√ Kadınlardan uzak dur.
√ Arzunu çok çalışarak öldür.
√ İyi bir insan ol, fakat başkalarının bunu bilmesine izin verme.
√ Daima gücünün yettiğinden daha az harca.
√ Şimdikinin on katı zengin olsan bile, hayat tarzını katiyen değiştirme.
 
Alıntıdır ; http://egoistokur.com/bir-kisisel-gelisimci-olarak-tolstoy/ 

Zaman

Bloglamak popülaritesini yitimeye mi başlıyor? ben mi öyle düşünüyorum. belki kendi ihmalkarlığımdan kaynaklı bir yanılsama da olabilir.
Bir bloğu güncel tutmak ne kadar zor ve onu uzun zamanlar yaşatmak. Gerçi teknoloji dünyasında herşey kısa sürede miyadını dolduruyor çünkü herşey her gün yenisi ile güncelleniyor.
Uzun süredir bir çok şey için zamansızlıktan dem vururdum ama şimdi zamanı kullanmayı, yönetmeyi yavaş yavaş becerir oldum ... Kişisel yaşamımda bu hala biraz zor olsa da iş yaşamımda zamanı yönetmek konusunda daha başarılıyım diyebilirimi, tabi benim kontrolüm dışında olan etkenler programımı, işime bakış açımı, çalışma şevkimi ve irademi baltalamazsa...
Nasıl mı?

Elindeki işi mümkün olan en kısa zamanda ve mümkün olduğunca yoğunlaşarak yap, asla başka şeylerle oyalanma, araya başka şeyler almamaya çalış, işleri sıraya koy, mükemmel olması gerekmez, elinden gelenin en iyisini yap.
Yap, bitir ve kaldır.

İçinden gelen sese daima kulak ver ve onun doğrultusunda hareket  et , farkettim ki o sesin yanılma payı çok düşük.
Ve karşındakinin hoşuna  gitmese de , yanlış çıkabilme ihtimalin olsa da daima inandığını söyle ve savun.
Hareketli ol, enerjini daima yüksek tut. İster oturarak çalış , ister ayakta , hareket berekettir.
Güçlü dur, ayakların tir tir titresede kendine güvendiğini, yanlışlarını da kabullendiğini göster karşındakine.

Elinden gelenin en iyisini yap,hayatı akışına, kendini de o akışa bırak......

15 Ağustos 2012

Çiftçilik



11 Ağustos 2012

Özdemir Ailesi ile...


1 Ağustos 2012

Dolunay Batarken Sabah 04:16


25 Temmuz 2012

Yavaş Yavaş Ölürler …

Yavaş yavaş ölürler
Seyahat etmeyenler,
Yavaş yavaş ölürler okumayanlar,
Müzik dinlemeyenler,
Vicdanlarında hoş görmeyi barındırmayanlar.

Yavaş yavaş ölürler,
İzzeti nefislerini yıkanlar
Hiçbir zaman yardım
istemeyenler.

Yavaş yavaş ölürler
Alışkanlıklara esir olanlar,
Her gün aynı yolları
yürüyenler,
Ufuklarını genişletmeyen ve
değiştirmeyenler,
Elbiselerinin rengini değiştirme riskine bile
girmeyen,
veya bir yabancı ile konuşmayanlar.

Yavaş yavaş ölürler
İhtiraslardan ve verdikleri heyecanlardan
kaçınanlar,
Tamir edilen kırık kalplerin gözlerindeki pırıltıyı
görmek istemekten kaçınanlar
Yavaş yavaş ölürler.

Yavaş yavaş ölürler
Aşkta veya işte bedbaht olup istikamet
değiştirmeyenler,
Rüyalarını gerçekleştirmek için risk
almayanlar,
Hayatlarında bir kez dahi mantıklı tavsiyelerin
dışına çıkmamış olanlar.
Yavaş yavaş ölürler.

Pablo Neruda

23 Temmuz 2012

Rahatsız Eden Ayakkabı... - Âşık Veysel

Anadolu'nun orta vilayetlerinden bir köyde, yavaş yavaş güneş batmaya, hava kararmaya başlar. Karanlık iyice çöker köyün üzerine. Evlerden birinde bir kadın ve adam yatma hazırlığı yapmaktadır. Erken yatıp yarın sabaha, güneş ışığına erken uyanılacaktır. Adam üzerini değiştirir, yatağına yönelir.
Evin penceresinden, karanlık bahçeye vuran ışıkta, ağaçların arasında bir gölge belirir. Kadın pencereden dışarı bakar ve gülümser. Kadının sevgilisi bahçededir...
Tam sözleştikleri gibi, sözleştikleri saatte ve yerde adam onu beklemektedir. Kadın kocasının uyumasından emin olunca...
Sessizce yataktan kalkar, üstünü giyer... Ve pencereden aşağıya atlar.
Başka bir adam için... Kadın kocasını terk eder…
Koşarlar iki sevgili... Kaçıyorlar... Tarlaları, ovaları aşarlar...
Anadolu'da bir köy nasıl nasıl koşmasınlar ki. Arkalarından onları kovalayacak onca şey vardır... Namus belası. Töre cinayetleri... Yoksulluk... Cefa... Korku... Arkalarında bunlar varken nasıl durabilirler...
Köyden uzaklaştıklarına iyice emin olunca soluklanmak için dururlar...
Kadın duraksamayı fırsat bilip nefes nefese der ki ;

"
Evden çıktığımdan beri, ayakkabımın içinde bir şey var beni rahatsız ediyor"...

Çıkartıp bakarlar ki!

Ayakkabısının içinde bir tomar para!
Kocası her şeyin farkında... Biliyor ki gidecek...
"Beni terk edecek ama bunca yıl çorbasını içtim, çamaşırlarımı yıkadı, ütüledi. Bana emeği geçti"

YABAN ELDE MUHTAÇ OLMASIN DİYE!
O yoksul köylü;
Bütün parasını; başka bir adam için kendisini terk eden karısının, giderek kendinden uzaklaşan adımlarını attığı ayakkabısının içine koydu...
O güzel insanı...
O onurlu davranışı sergileyen...
O terk edilen adamı...
HEPİNİZ TANIYORSUNUZ!
Çünkü o ;
Bir dizesinde bize yürekten seslendiği gibi...
Uzun ince bir yoldaydı ve
Gidiyordu gündüz gece...
Şimdi sorarım size ;
Bu memlekette töre cinayetleri, kadına karşı uygulanan şiddet mi yakışır? Yoksa... Âşık Veysel gibi hayatında hiç kitap okumasa, OKUYAMASA bile...
KİTAP GİBİ HAYAT YAŞAYAN ADAMLAR MI YAKIŞIR
Sunay Akın

22 Temmuz 2012

CAMİ VE HİLAL


Gidebilmek!

Herkes için geçerli bir gerçek var ; bazen ayrılıklar fena koyar insana.
Ama öyle bir zaman gelir ki elden başka birşey gelmiyordur ve artık sıra da gitmek vardır tıpkı Sunay Akın'ın dediği gibi;


"Elinden geleni yaptıktan sonra, sıra ayağından geleni yapmakta; Gitmek gibi mesela."

17 Temmuz 2012

Bir insanın anavatanı çocukluğudur. (Epictetus)

Ne güzel bir söz. Beni alıp bu günden taaa çocukluğuma götürüverdi bir anda.
o günlerin detaylarını hatırlamaya çalıştım, bir çok net görüntü var kafamda, mutlulukla, gülümseyerek hatırladığım... çocukluğumu doya doya yaşadım mı , "evet" diyebildim kendime şimdi, şu anda.
Tabii eksiklerim acılarım da oldu mutlaka. Gündüzlerden gecelere taşan oyunlar, saf arkadaşlıklar, kaçamak çocuksu aşklar, paylaşılamayanlar, paylaşılanların o sır dolu heyecanı....
Güzel anılarımın arasına sızıveriyor bir anda duyduğum özlemlerin acısı.
Hayatta en çok dostluğa ve aşka değer verdim ben. aşkı buldum çok şükür, inşallah ömürlüktür. Lakin gerçek dostluğa gelince... Can Yücel'in dediği gibi ;

"Asla sevmediğim birine seni seviyorum demedim,
Ya da asla birini severken karşılığını beklemedim.
Dostluğuma değer biçmedim,
Sevgime ise hiçbir zaman sınır çizmedim.
Sevdiysem sonuna kadar gittim ,
Bitirdiysem öldürse de hasreti geriye dönmedim.
Bazen çok kırıldım, bazen belki de kırdım.
Ama hata insana mahsustur dedim.
Affettim, af diledim.
Kimileri birden fazla kırdılar kalbimi ama ben onları yinede affettim.
Onlar belki beni saflıkla yargıladılar.
Belki de içten içe sinsice güldüler.
Ama asıl unuttukları şuydu;Ben aldanmadım!
Aldanan her zaman kendileri oldular ama bunu anlayamadılar.
Bir insan kaybının ne olduğu bilemedikleri için,
Kaybetmek onlar için bir alışkanlık haline geldiği için.


"Oysa ben hiç insan kaybetmedim.
Sadece zamanı geldiğinde vazgeçmeyi bildim o kadar."
 Can YÜCEL

Şimdi geçmişten canımı acıtan tek şey vazgeçtiklerim. sürdürülebilseydi....
İnsan aklı ne ilginç , düşünce denen şey ne başıboş serseri, bir anda nerelerden nerelere gidiveriyor insan.
Evet çocukluk insanın anavatanı, yeri yurdu, barınağı, sığınağı, temeli, tüm hayatını besleyen , şekillendiren , hayatına can veren hayat veren bir kaynak, şah damarı, can suyu........
onun iyi besleniyor olması, onun iyiliklerle güzelliklerle, neşeyle mutlulukla doldurulmuş olması ne kadar önemli.

Bunu en güzel Doğan Cüceloğlu bir hatırası ile açıklamış;

"Bir gün seminere başlamadan önce kısa boylu güler yüzlü birisi geldi, Hocam elinizi öpmek istiyorum, dedi. Ben el öptürmekten pek hoşlanmadığım için, yanaktan öpüşelim, dedim, öpüştük. Aramızda şöyle bir konuşma yer aldı:
- Hayrola, neden elimi öpmek istedin?
- Hocam, üç yıl önce sizin bir seminerinizi katıldım. Hayatım değişti. O seminerden sonra daha mutlu bir ailem var ve size teşekkür etmek istiyorum; onun için elinizi öpmek istedim.
- Ne oldu, nasıl oldu?
- Üç yıl önce şirketimizin organize ettiği iki günlük bir seminerde bizimle beraberdiniz. O seminerin bitişine doğru dediniz ki, “Bir insanın anavatanı çocukluğudur. Çocukluğunu doya doya yaşayamamış bir insanın mutlu olması çok zordur. Bir annenin, bir babanın en önemli görevi, çocuklarının çocukluğunu doya doya yaşamasına olanaklar yaratmaktır.”
Bir süre sustu, bir şey hatırlamak ister gibi düşündü, sonra konuşmaya devam etti:
- Hatta daha da ilerisi için söylediniz; dediniz ki, “Bir ulusun en önemli görevi çocuklarının çocukluğunu doya doya yaşamasına olanaklar yaratmaktır.” Ben bir baba olarak sizi duyduğum zaman kendi kendime düşündüm: Ben bir baba olarak çocuğumun çocukluğunu doya doya yaşamasına fırsatlar yaratıyor muyum? Böyle bir sorunun o zamana kadar hiç aklıma gelmediğini fark ettim. Ben ne yapıyorum, diye düşündüm. Benim yaptığım sanırım birçok babanın yaptığının aynısıydı. Dokuz yaşındaki oğlum ben işten eve gelince beni görmemeye, benden kaçmaya çalışıyordu. Neden kaçmaya çalışıyordu, biliyor musunuz, Hocam?
- Hayır, neden?
- Çünkü onu görünce hemen şu soruyu soruyordum. “Oğlum bugün ödevini yaptın mı?” Tuhaf tuhaf bakıyor, gözünü kaçırıyor, daha da sıkıştırınca, hayır anlamına gelen, “cık” sesini çıkarıyordu. Kızıyordum, söyleniyordum, “Niye yapmıyorsun ödevini!” diyordum. Aramızda sürekli tartışmalar, sürtüşmeler oluşuyordu. Tabii bunun sonucunda bütün aile huzursuz oluyordu.
Burada biraz sustu, soluklandı. Sanki hatırlamak istemediği anılar vardı; onların üstesinden gelmeye çalışıyordu. Sonra konuşmaya devam etti:
- Ben sizin seminerinizden çıktıktan sonra düşünmeye başladım. “Ben ne biçim babayım,” diye kendime sordum. Seminer için geldiğim İstanbul’dan çalışma yerim olan Kayseri’ye gidinceye kadar düşündüm; otobüste bütün gece düşündüm ve sonra kendi kendime dedim ki, eşimle konuşayım, biz birlikte bir karar alalım. Diyelim ki bu çocuk isterse beş yıl sınıfta kalsın, ama doya doya çocukluğunu yaşasın.
- Radikal bir karar!
- Evet, uçta bir karar, ama bu karar içime çok iyi geldi, Hocam. Gerginliğim, üzüntüm gitti, içim rahat etti. Ben eve gelince eşime dedim ki, hadi gel otur, konuşalım. Yemekten sonra oturduk konuştuk, çocuklar yattı biz konuşmaya devam ettik. Seminerde anlatılanları aktardım, böyle böyle böyle diye izah ettim ona ve en nihayet dedim ki, ya benim gönlümden ne geçiyor sana söyleyeyim. Bizim oğlumuz var ya bizim oğlumuz, o isterse beş yıl sınıfta kalsın, ama çocukluğunu yaşasın! Şimdiye kadar onun çocukluğunu yaşamasıyla ile ilgili pek bir çaba göstermedik, bir bilinç göstermedik, oluruna bıraktık. Gel şimdi değiştirelim bunu.
- Eşiniz ne dedi?
- Hocam biliyor musun ne oldu?
- Ne oldu?
- Karım hayretle bana baktı ve dedi ki, “Bu ne biçim seminer be! Kim bu adam? Öyle şey mi olur; yok bizim ki çocukluğunu yaşayacakmış! Bizim çocuk çocukluğunu yaşarken öbürküler sınıflarını geçecek ilerleyecek! Öyle şey olmaz.”
- Anlıyorum; anne olarak çocuğunun geride kalmasını istemiyor, kaygılanıyor!
- Fakat hocam ben pes etmedim, bırakmadım, mücadeleye devam ettim. Her gün, her akşam gece yarılarına kadar karımla konuştum. Üç gecenin sonunda bana, peki ne halin varsa gör, dedi.
- Pes etti, yani. Peki, sen ne yaptın?
- İşte onu dediği günün sabahı eşofmanımı, ayakkabımı şöyle kapının yanına bıraktım işe gittim; işten dönünce oğlumun gözüne baktım ve dedim ki, oğlum bugün doya doya oynadın mı? Bana hayretle baktı ve “Hayır!” anlamına gelen “cıkk” dedi. O zaman, hadi gel beraber aşağıya ineceğiz, oynayacağız, dedim. Eşofmanımı giydim, ayakkabımı giydim, onunla beraber sokağa çıktık. Pencereden arkadaşları bakıyorlarmış, onlar da sokağa çıktılar; birlikte sokakta oyun oynadık. Akşam saat altıdan sekiz buçuğa kadar sokaktaydık. Eve gelince toz toprak içindeyiz, beraber banyoya girdik, duş yaptık. Havluyla kuruladım, çok mutluyduk ve o günden sonra işten dönünce her gün onunla oynamaya başladım. Her gün, her gün, her gün oynadım. Yedi gün sekiz gün sonraydı galiba, bir gün banyodan çıkarken onu kuruluyorum havluyla, kolumu tuttu, bana döndü ve dedi ki, baba ya, ben seni çok seviyorum. Hocam nefesim durdu, gözüm yaşardı, konuşamadım. Çünkü farkına vardım ki, şimdiye kadar sevdiğini hiç söylememişti. Düşündüm, şimdiye kadar hiç söylemediğinin farkında değildim; belki ömür boyu söylemeyecekti. “Ne büyük tehlike!” diye düşündüm. Ömür boyu onun bana bu cümleyi söylemediğinin farkında olmayacaktım.
- Demek farkına vardın, seni kutlarım. Senin farkına vardığın bu durum birçok anne ve babanın farkında olmadığı gizil, örtük ama önemli bir tehlike!
- İçimde bir şükür duygusu, havluyla çocuğumu kuruladım ve giydirdim ve artık her gün oyun oynamaya devam ettik. Zaman geçti, iki hafta sonra okul, öğretmen veli buluşması için okula davet etti. Daha önceki veli buluşmalarında öğretmen, “Sizin oğlunuz akıllı bir çocuk, ama ödevleri kargacık burgacık yazıyor, dikkat etmiyor. Sınıfta arkadaşlarını rahatsız ediyor, onları itiyor kakıyor, lütfen onunla konuşun. Ödevlerine ilgi gösterin, sınıfta arkadaşlarını rahatsız etmesin. Ödevlerini doğru dürüst yapsın,” demişti. O nedenle öğretmen buluşmasına gitmekten çekiniyordum. Bu davet gelince ben eşime dedim ki, hadi okuldaki buluşmaya beraber gidelim! Yok, dedi, sen tek başına gideceksin, ben gelmeyeceğim.
- Eşiniz gelmek istemedi!
- Hayır istemedi. Ya beraber gidelim, diye ısrar ettim hayır hayır sen yalnız gideceksin dedi. Ben yalnız gittim ve diğer veliler geldikçe sıra bende olduğu halde sıranın arkasına geçtim, sıranın arkasına geçtim ki başka kimse olmadan öğretmenle konuşayım, diye. Mahcup olacağımı düşünüyordum. Her şeyin daha kötüye gittiğini düşünüyordum. En nihayet bütün veliler öğretmenle konuşmalarını bitirip gittiler. Sıra bende! Öğretmenin karşısına geçtim, bana baktı gülümsedi, siz ne yaptınız bu çocuğa, dedi. Hiç cevap vermedim, önüme baktım. Lütfen söyleyin ne yaptınız bu çocuğa, dedi. “Çok mu kötü hocam?” diye sordum. Gülümsedi, hayır, kötü değil, dedi. “Artık sınıfta arkadaşlarını hiç rahatsız etmiyor, ödevleri iyileşti, tam istediğim öğrenci oldu. Ne yaptınız bu çocuğa siz?”
- Herhalde bir baba olarak çok mutlu oldunuz?
- Hocam biliyor musunuz öğretmenin karşısında ağlamaya başladım. İnanamıyordum kulağıma, içimden, vay evladım, biz sana ne yaptık şimdiye kadar, duygusu vardı. Eve geldim, karım yüzüme baktı, gözlerim ağlamaktan kıpkırmızı. “O kadar mı kötü?” diye sordu. Ona da cevap veremedim Hocam, ona da cevap veremedim! Ağladım. Daha sonra anlattım. Hocam onun için sizin elinizi öpmek istedim, teşekkür ediyorum. Benim oğlumun ve onun küçüğü kızımın hayatını kurtardınız. Ailemin mutluluğu kurtuldu. Hakikaten bir insanın anavatanı çocukluğuymuş. Anavatanı mutlu olan bir çocuk çalışmasını, okulunu her şeyini bütün gücüyle yapar ve orada başarılı olurmuş.
“Gel seni yeniden kucaklayayım!” dedim. Kucaklaştık.
“Çocuklar gülsün diye!” yaşayalım. Çünkü insanın anavatanı çocukluğudur. Çocuklar gülerek, oynayarak büyürse, sonunda büyükler güler. Büyükler mutlu olup gülümseyince tüm ülke, tüm insanlık güler. Çocukların gülmesine hizmet veren herkese selam olsun!
Doğan CÜCELOĞLU"

12 Temmuz 2012

Aşkın Gozyaşlari-sems';ten mevlana'ya

...uzun bir ayrılıktır insan, kalbi kendi yalnızlığına gömülü. Baştan başa koca bir ayrılık dünya... Yalnızca biz değiliz ayrılıklarla sınanan.. Ayrılıklar üzerine kurulu bir dünyadır üzerinde yaşadığımız... Baktığımız her yerde bir ayrılık masalı yaşanır baştan ve aralıksız... Her şey az gider uz gider... Ağaçlar yapraklarından ayrılır, yağmur bulutlarından... Tohumlar bitkilerin gövdesinden uzaklara savrulur hep, bahardan yazdan ayrılır dünya, geceden gündüzünden ayrılır.ayni hikayeyi yasadigimiz bir ney'den kalbimize ufledigimiz huzundur ve tamami ayni redifle yazilmis bir siir gibi okutur kendi omrumuzun deminde...Kalbine tutunarak yaşayan herkes için beşiğin ardından başlar ayrılıklar.bu ilk ayriliktan sonra gelen her yeni ayrilik yanlizca ilkinin acisinin yani insanligimizin, surgunlugumuzun tekrar tekrar yasanmasindan baska bir sey degil ve her ayrılığa tahammül gücü veren birde umut vardır yüreğin kıvrımlarında sessizce gizlenmiş...
Seven gonul masuk kiymeti bilmez mi sanirsin?hic gitmeyecekmis gibi sevdim seni,hic sevmemis gibi gitmis degilim,bilesin...gidisim sevgidendi.incitmedin,orselemedin,yaralamadin bir an dahi.eger gidisimin yazgisina ayak direseydim,ilk gelisimin ne manasi kalirdi?
Published with Blogger-droid v2.0.6

8 Temmuz 2012

BODRUM TATİLİ


6 Temmuz 2012






Bakış Açımız

İnsan ömrü ne kısa, oysa ki ne kadar çok şey var hayatta yapılacak, yaşanacak. 24 saate bir 24 daha eklense ve 2 günü 1 gün gibi, sevdiğimiz her şeyi 2 kere daha fazla yada 2 kat daha uzun yaşasak keşke.
Diyeceksiniz ki o zaman acılarda 2 kat olacak. Diyeceğim ki olmasa... Hayal bu ya acılarda 2'ye tam bölünebilse ve 1 yarım olsa bize kalan...
Acılara etkisiz eleman muamlesi yapıp, mutlulukları hep 2 ile çarpmaya çalışmak, sorunlara eşit zaman verip fazla üzerinde durmamak lazım hayatta ki bize verilen sürede bu sınavın tüm sorunlarını çözüp geçer not alabilelim.
Gerçi geçer not alsakta sonuç ne ki sınıf geçmek mi iyi bir hayata terfi etmek mi. Yok öyle bir sıralama tek amaç bu sınavı en az yürek acısıyla tamamlamak....son bardak suyumuzu içmeden, yıllar devirmiş o gözleri kapatmadan geriye dönüp baktığında hafıza son kez, en az kalbi kırmış olmalı insan, en az günahı işlemiş ama en fazla gezip/görmüş, en fazla sevmiş ve sevilmiş olmalı... ve bu hayatın üzerine bir bardak su içip öyle dalmalı son uykuya .... gy
Hayatınızı seviyorsanız zamanınızı boşa harcamayınız, çünkü zaman hayatın kendisidir.

Benjamın Franklin

Kaç Tık